Osmanlı Devleti, 19. yüzyıldan
itibaren hem iç baskılar hem de dış müdahalelerle şekillenen bir modernleşme
sürecine girmiştir. Bu dönüşüm, Batı'daki anayasal gelişmelerden etkilenmiş;
merkeziyetçiliği artırma, toplumsal meşruiyeti tesis etme ve devletin
dağılmasını önleme çabalarıyla şekillenmiştir. Bu süreçte anayasal nitelikli
belgeler ortaya çıkmış, modern anlamda yasama, yürütme ve yargı ayrımına
ilişkin kavramsal adımlar atılmıştır. Bu makale, 1808 Sened-i İttifak’tan 1909
Kanun-ı Esasi değişikliklerine kadar Osmanlı anayasa düzeni içinde ortaya çıkan
belgeleri hukuki biçimleri ve nitelikleriyle ele alarak, dönemin yasama
organlarının yapısını derinlemesine incelemektedir.
1808 yılında ilan edilen Sened-i
İttifak, Osmanlı tarihinde ilk kez merkezi otoriteyle taşradaki ayanlar
arasında yazılı bir uzlaşmayı temsil eder. II. Mahmud’un iktidarını
sağlamlaştırmak ve ayanlarla bir güç dengesi kurmak istemesiyle ortaya çıkan bu
belge, şekli olarak bir anayasa değildir. Zira anayasal belgeler, halkın ya da
temsilcilerinin onayını içerirken, Sened-i İttifak yalnızca padişah ve ayanlar
arasında imzalanmıştır. Ancak içeriğinde, padişahın mutlak otoritesine belli
sınırlamalar getirilmiş, ayanlara yerel düzeyde özerklik tanınmış, onların
vergi toplama, asker gönderme gibi yükümlülükleri tanımlanmıştır. Bu nedenle
belge, feodal bir mutabakat metni olup, anayasal tarih açısından daha çok
sembolik bir başlangıç kabul edilmektedir. Yasama yetkisi bu dönemde tamamen
padişaha aittir; herhangi bir meclis ya da danışma organı kurumsallaşmamıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Osmanlı Devleti hem içte reform taleplerine
hem de dışta Avrupa devletlerinin baskısına yanıt vermek zorunda kalmıştır. Bu
bağlamda 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, anayasal gelişim açısından bir
sıçrama noktasıdır. Sultan Abdülmecid’in ilan ettiği bu ferman, padişah
iradesiyle hazırlanan tek taraflı bir metindir; bu nedenle hukuki biçimi
bakımından bir ferman, yani yürütme erkinden kaynaklanan bir normdur. Tanzimat
Fermanı, vatandaşlara can, mal ve namus güvenliği vaat etmiş; vergi ve askerlik
gibi konularda hukuki düzenleme sözü vermiştir. En önemlisi, hukukun üstünlüğü
ilkesine vurgu yapılarak, padişahın da hukuka tabi olduğu fikri ilk kez açıkça
dile getirilmiştir. Ancak bu ilkeler anayasal yollarla güvence altına
alınmamış; bir meclis eliyle onaylanmamış ya da denetlenmemiştir. Bu dönemde
kurulan Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye, yasama organı değil, bir danışma meclisi
niteliğindedir. Yine de bu ferman, Osmanlı'da modern bürokrasinin ve hukukun
oluşmasına temel hazırlamış; bireyin devlet karşısındaki statüsünü yeniden
tanımlamıştır.
Tanzimat’ın devamı niteliğindeki
1856 Islahat Fermanı, özellikle Paris Antlaşması sonrası Avrupa devletlerinin
Osmanlı’daki gayrimüslim tebaa üzerindeki talepleri doğrultusunda
hazırlanmıştır. Bu ferman, daha önce verilen reform sözlerinin genişletilmesini
ve özellikle gayrimüslimlerle Müslümanların eşitliğini hedeflemiştir. Vergi,
eğitim, askerlik ve kamu hizmetlerine girişte ayrımcılığın kaldırılacağı
vurgulanmış, karma mahkemelerin kurulması gibi yapısal değişiklikler vaat
edilmiştir. Islahat Fermanı da Tanzimat gibi hukuki biçimi bakımından tek
taraflı bir padişah buyruğudur. Toplumsal bir sözleşme ya da halk iradesinin
yansıması olmamakla birlikte, hukuk devleti yönünde önemli ilkeleri
barındırmaktadır. Bu dönemde yine bir yasama meclisinden söz edilemez; yürütme
erki tümüyle padişah ve saray çevresinde toplanmıştır. Ancak bu ferman, Batı
tipi anayasal düzenin altyapısını oluşturacak şekilde eşit yurttaşlık ve kamu
hizmetlerine katılım gibi kavramların önünü açmıştır.
1876 yılına gelindiğinde, hem
Osmanlı aydınlarının talepleri hem de devletin içinde bulunduğu kriz ortamı,
Kanun-ı Esasi adlı ilk Osmanlı Anayasası’nın ilan edilmesine yol açmıştır. II.
Abdülhamid döneminde hazırlanan bu anayasa, ilk kez yazılı ve sistematik bir
anayasal metin olarak tarihe geçmiştir. Hukuki biçimi bakımından bu belge,
artık bir anayasa metni olarak nitelendirilebilir. Çünkü devletin temel
organları, yurttaş hakları ve yasama süreci düzenlenmiş, meclis ve yargı gibi
kurumlar tanımlanmıştır. Kanun-ı Esasi’nin en önemli özelliği, Osmanlı
tarihinde ilk kez çift meclisli bir yasama organı kurmasıdır. Bu organlar:
Meclis-i Mebusan: Halk tarafından
seçilen üyelerden oluşmaktadır. Seçimler dolaylıdır; halk önce ikinci
seçmenleri, onlar da milletvekillerini seçer. Bu meclis, yasaların teklif
edilip görüşüldüğü birincil yasama organıdır.
Heyet-i Ayan: Padişah tarafından
atanan, genellikle eski devlet adamlarından oluşan ömür boyu görev yapan bir
üst meclistir. Meclis-i Mebusan’dan geçen yasaları onaylama yetkisine sahiptir.
Bu sistem, teorik olarak güçler
ayrılığına yaklaşsa da padişahın meclisi her an feshetme, kararları veto etme
ve yürütme erkini tek başına kullanma yetkileri geniş tutulmuştur. Nitekim
1878’de II. Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil etmiş ve
İstibdat Dönemi olarak adlandırılan tek adam yönetimini başlatmıştır. Bu durum
anayasanın uygulanmasını fiilen durdurmuş, meclis 30 yıl boyunca
toplanamamıştır.
1908’de patlak veren II. Meşrutiyet
ise anayasal düzenin yeniden işlerlik kazandığı bir kırılma noktasıdır. Jön
Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskısıyla II. Abdülhamid anayasanın
yeniden yürürlüğe konmasına razı olmuştur. Bu dönemde anayasanın içerdiği
hükümler önemli ölçüde revize edilmiştir. 1909 değişiklikleriyle padişahın
yetkileri ciddi biçimde sınırlandırılmış, özellikle meclisi feshetme yetkisi
koşullara bağlanmıştır. Hükümetin meclise karşı sorumlu olması ilkesi
getirilmiş, bu da parlamenter sistemin ilk nüvelerini oluşturmuştur. Ayrıca
basın özgürlüğü, dernek kurma hakkı gibi özgürlükler genişletilmiştir. Yasama
organı, Meclis-i Mebusan olarak işlevsel hale gelmiş; üyeler artık daha geniş
halk katılımıyla seçilmiştir. Heyet-i Ayan varlığını sürdürse de siyasal
ağırlığı azalmıştır. 1909’dan itibaren Osmanlı Devleti, sınırlı bir meşruti
monarşi halini almıştır.
Bu anayasal evrim, Osmanlı
Devleti’nin bir yandan modernleşme ve merkeziyetçilik çabalarını sürdürürken,
öte yandan halkın siyasi hayata katılımını genişletme arayışının ürünüdür.
1808-1909 arasındaki dönem, anayasal belgelerin fermandan anayasa metnine,
hükümdar iradesinden temsili sisteme evrildiği; yasama yetkisinin de zamanla
padişah tekelinden çıkarak meclislere doğru kaydığı bir dönemdir. Bu süreç,
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1921 ve özellikle 1924 Anayasaları’na kadar devam
edecek anayasal birikimin zeminini oluşturmuştur.
Be First to Post Comment !
Yorum Gönder