Featured Posts Slider

Image Slider

Keşf-i Blogger Etkinliği



Ben de daha çok blogger arkadaş ile tanışmak ve katkı sunmak  için edischar ve akkurttaha'nın düzenlediği bu etkinliğe katıldım gitti. :)


Herkese içten bir "Merhaba",


Blogger dünyasını yeniden neşelendirmenin, harekete geçmenin vakti geldi!  Sürekli aktif paylaşım yapan, blog yazmayı seven arkadaşları tanımak istiyoruz. Daha çok tanışıp, kaynaşmak istiyoruz. Onlara, sizlere ulaşmak, konuşmak, paylaşımda olmak istiyoruz.

"Keşf-i Blogger" Etkinliği.

Bu yayında yapılması gerekenler çok basit;

1-Linklerini paylaşan güzel arkadaşları takip etmek.

2-Kendi güzel linkinizi yazının altına eklemek.
3-İçtenlikle yazıyı sonlandırmak ve blogger arkadaşları bu etkinliğe davet etmek :)

*Size ve daha çok yazara ulaşabilmek için etkinliğimizi es geçmeyin lütfen!

Sevgiler...

Teşekkürler 

Edischar ve Taha Akkurt 

Ahmet Kaya Kimdir?

 


Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.


Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü. Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.


Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse farkında değildi elbette. Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.


Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.


Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken 1970 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.


Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkanında çalışıyordu. Bu dükkanda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik türlerini tanıma imkanı buldu. Özellikle dükkana gelen, Ruhi Su kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette.

Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki” olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.


Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte, siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte, gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır. Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır. Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda. Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde bulunduğu durum, ruh halini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.


Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş; ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir; ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışarıdan bitirmeye karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta, bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde, yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.


Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler, tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır. Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep. Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.

Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik ve halk oyunları gösterileri sunmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır. Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci gençlerin içinde de bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.


1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır artık.


Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda, Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç, evlenmeye karar verirler. Nişanlanırlar; ancak bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1978 yılında, Ahmet yirmi bir yaşındayken keman eğitimini yarıda, nişanlısını ardında bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.


Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.


Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine ve Cumhurbaşkanı, tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alındığı ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.


Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.


Emine ile Ahmet evlenmiş, aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”


Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar. Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.


1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır!”


Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan, değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok, sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır!


Albüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında. Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka basa dolar.


“Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet, albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.” içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.


Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa bir süre Metris Askeri Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl yatıp hapisten çıkınca, dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet stüdyoda uzun süre sohbet etme imkanı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten, Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm “Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka dönüşür. İkinci albüm de hiç reklam yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.