Siz hayatı düzgün yaşamak istersiniz. Ama mutlaka sizin çizdiğiniz hayata birileri müdahale eder. Yaşamak; bir fakirin son lokmasını elinden almak gibidir. Aşk gibidir, acı gibi,terk ediliş gibidir. Bir katilin kurbanının son nefesini izlemesi gibidir. Delikanlı adamın giden sevgilisinin ardından rakı içmesi değil, gözyaşlarını gizleyerek ağlamasıdır.
Ankara Kalesi’ne doğru o yüksek zirveye çıkarken yolda gördükleriniz, sizin omzunuza umursamaz haliyle çarpanlar, sizin nasıl bir şehirde yaşadığınızın ispatıdır.
Kale kapısından içeri girdik. Birbirine geçmiş, artık güneş görmeyen sokaklarının nem ve rutubetten geçilmeyen, duvar sıvaları dökülmüş o evlerin arasından surlara doğru gidiyorduk. Her adım başı gözleme yapan kadınlar, yaptığı oyaları turistlere satmaya çalışanlar, taş handan aldıkları boncukları bir ipe dizip gezen sevgililere satmaya çalışan
çocuklar, tarihin dokusunun nasıl bir ranta döndüğünün filmiydi. Tüm siyah beyaz filmler gibi; burada yaşanılan hayat nedense hiç renkli, HD kalitesine dönmüyordu. Tarihi kemerlerin altından, sağından solundan sökülüp orta meydana bırakılmış işlemeli sütunların yanından geçip gittik.
Ankara'nın kahpeliklerini unutturuyordu kale. Tüm bu kahpelikleri unutup kalenin rüzgarına karşı koymaya çalışan güvercinlerle kaleden aşağı uçuyoruz. Ve eski radyodan Ankaralı Namık çalmasını bekliyoruz. Ankara sabahına kalede uyanıyoruz. Kale, Ankara'nın kalbine mezar oluyor. Bizse hiçbir şey olmamış gibi kaleye tırmanmaya devam ediyoruz.